ASHAB-I KEHF HAYATI
Ashab-ı Kehf’e, bazılarınca Ashab-ı Rakîm de denir ki, Kehf sûresinin baş tarafı bu kişilerden bahsetmektedir. Âyet, mealen Efendimiz’e hitap sadedinde şöyle demektedir:
“Sen, Ashab-ı Kehf ve Rakîm’i bizim âyetlerimizden hayret edilecek bir şey mi zannediyorsun?” (Kehf, 18/9) Bu âyetten başlayarak, Kur’ân-ı Kerim, 26. âyete kadar bize Ashab-ı Kehf’in serencâmesini anlatır; anlatır ama Ashab-ı Kehf’in sayıları hakkında net bir bilgi vermez. Zira âyette çeşitli insanların değişik görüşleriyle bazı rakamlar söyledikleri nakledilmekte, ancak bunlardan hangisinin isabetli olduğu söylenmemekte ve adetleri ile alakalı bilgi doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın ilmine havale edilmektedir. Konuyla alakalı âyette onlar hakkında şöyle denir: “İnsanların kimi, “Onlar, üç kişi, dördüncüsü de köpekleri idi.” diyecekler. Bazıları da, “Beş kişi, altıncısı köpekleri idi.” diyecekler. Bunların hepsi gayb hakkında tahmin yürütmekten başka bir şey değildir. Kimileri de, ‘Onlar yedi kişi olup sekizincisi köpekleri idi.’ derler. De ki: ‘Onların sayısını ancak Rabbim bilir.’” (Kehf, 18/22)
Ashab-ı Kehf’e, Ashab-ı Rakîm de denildiğini yukarıda söylemiştik. Bunlara Rakîm Ashabı denmesinin hikmeti tefsircilere göre şöyle bir mülahazaya dayanmaktadır: Rakîm, kitâbe demektir. Ashab-ı Kehf’in içinde bulundukları mağarada onların durumlarının ve isimlerinin kaydedildiği bir levha vardır. Bu levhaya işaret edilerek onlara Ashab-ı Rakîm denilmiştir. Bazıları bu ismin, mağaranın bizzat kendi adı olduğunu söylemişlerdir. Diğer bir rivayet de, mağaranın bulunduğu dağın adı olması şeklindedir. Netice olarak, Rakîm’in ne olduğu kesin ve net değildir. Bu mütalaalar Ashab-ı Kehf’le Rakîm’in ayrı ayrı şeyler olduğunu söyleyenlere göredir.
Ashab-ı Kehf’in bulundukları yer de ihtilaflıdır. Bazıları Şam’da, bazıları Endülüs’te, bazıları Tarsus’ta ve bazıları ise Efes’te olduğunu söyleyegelmişlerdir.
Endülüs’ün yetiştirdiği büyük müfessir Ebu Hayyan, tefsirinde konuyla alakalı, Gırnata’ya yakın Sole denen mevkide bir mağara gördüğünü, o mağarada kemikleri çürümüş bir köpek ölüsü ve arkasında da yedi tane, etleri yavaş yavaş dökülmeye yüz tutmuş insan cesedine şahit olduğunu ve bunların Ashab-ı Kehf olabileceğini kaydeder. İbn Atiyye de Sole’de böyle bir ziyaretgâhın olduğunu ve kendisinin bizzat orayı ziyaret ettiğini söylemektedir.
İbn Esîr ise Ashab-ı Kehf hakkında şu malumatı vermektedir: Hıristiyanlık bozulur. Krallar sefahate dalar. Hatta içlerinden Dakyanus isminde bir kral putperest olur. Bu çok cebbar ve zalim bir insandır. Allah’ın birliğine inanan insanlara karşı imha planını uygulamak ister. Bu düşünce ile ne kadar inanmış insan varsa istisnasız hepsine işkence uygular. Saraya mensup yedi genç de iman edenlerdendir. Dakyanus onları da öldürmek ister. Ancak saraya mensup oldukları için öldürmekten çekinir. Onlar da Bencülüs (Anchilus) adıyla bilinen bir dağın mağaralarından birine sığınırlar.
Bunlardan birisi olan Yemliha bir gün çarşıya iner. Fakat sıkı bir takibe uğradığı için geri döner. Bunun üzerine mağarada bulunan diğerleri de çok müteessir olup dua ederler. O esnada Cenab-ı Hak onların üzerine bir uyku gönderir. Hepsi de uyuyup kalırlar. (Bu malumat, Fransızların neşrettiği Grand Ansiklopedisi’nde de aynı şekilde yer almaktadır. Sadece isimler farklıdır ki, onlar bu isimlerin Yunancasını söylemektedirler.)
Onlar uykuya dalınca, Theodere ve Rufinus isminde saraya mensup iki inanmış insan, onların isimlerini ve başlarından geçenleri bir kitâbe halinde yazıp mağaraya koyarlar. Zaten haklarında elde edilen malumat da bu kitâbeden elde edilmiştir. İsimlerine gelince, Yemliha, Mekselina, Mislina (veya Meselina), Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştetayyüş ve bir de köpekleri Kıtmir’den ibarettir.
Aradan uzun bir zaman geçer. Kur’ân-ı Kerim’e göre bu müddet kamerî takvime göre 309, güneş takvimine göre 300 senedir. Kur’ân, kamerî takvim ile güneş takvimi arasındaki farka bu âyetiyle işarette bulunarak bir taraftan da zamanın izafiliğine aynı âyetle işaret etmektedir. Geçen bunca zamandan sonra Ashab-ı Kehf uyanır. Ancak çarşıya gönderdikleri arkadaşlarının durumu dikkat çekici olduğu için hemen fark edilirler. Halk onlara muttali olduğu için Cenab-ı Hak Ashab-ı Kehf’in ruhlarını kabzeder ve yeniden ölürler.
Ashab-ı Kehf hakkında söylenenlerin hülasası budur. Ancak biz bu hâdisenin günümüze bakan yönüne de temas etmek istiyoruz; istiyoruz ki bu suretle kıssanın Kur’ân’da anlatılmasının hikmetlerinden bazıları tebellür etsin. Yoksa sadece maziye ait bir vak’anın zikredilmesinden başka bir mânâ ifade etmeyen -hâşâ!- bir durum söz konusu olacaktır. Kur’ân gibi mucize bir kitap, bu tür mülahazalardan münezzeh ve müberradır. Bu kıssanın, her devrin insanına olduğu gibi bu devrin insanına da anlattığı/anlatacağı çok şey vardır. Aslında her devrin insanının, kabiliyeti ölçüsünde bu ve benzeri kıssalardan hisse almaları için bunlar Kur’ân-ı Kerim’de anlatılmaktadır.
Ümmetlerin içindeki Ashab-ı Kehf
Kur’ân-ı Kerim, Ashab-ı Kehf’in yerini tasrih edip açıklamamıştır. Yukarıda da temas ettiğimiz gibi İspanya, Cezayir, Mısır, Ürdün, Suriye, Afganistan ve Doğu Türkistan’da; Anadolu’da ise Efes, Tarsus ve Efsus (Afşin) gibi dünyanın çeşitli yerlerinde Ashab-ı Kehf’in mağarası olarak gösterilen yerler vardır. Bunun bir hikmeti şu olabilir ki, dünyanın çeşitli yerlerinde inanan insanların çoğu hep böyle bir mağaraya sığınma ve bir “tahannüs” devri yaşamışlardır. Bu sadece bir yerde olmuş mahallî bir hâdise değildir. İşte Kur’ân, meseleyi mutlak bırakmakla bu hususa işaret etmekte ve her yerdeki Ashab-ı Kehf’e dikkat çekmektedir. Belki de her peygamberin ümmeti içinde bu tür bir Ashab-ı Kehf mevcudiyeti söz konusudur.
Mesela Hz. Musa’nın ümmeti içinde zalimlerin zulmüne dayanamamış ve bu yüzden bir mağaraya çekilerek orada kendini ibadete vermiş bir Ashab-ı Kehf olabileceği gibi, Hz. Mesih’in ümmeti içinde de kendi devrinin zalim ve gaddarlarından kaçıp bir mağaraya sığınan Ashab-ı Kehf olabilir. Ancak biz, bugünkü tarihi malumatla bunların hangisinin hangi ümmetten olduğunu bilemiyoruz. İleride belki de bugün kapalı olan bu hususlar aydınlığa kavuşabilir.
Aynı zamanda bu hareket, bize fütüvvete dair bir hakikati de anlatmaktadır. Her devirde bir fütüvvet hareketi olmuştur. Yani gönlünü Allah’a (celle celâluhu) vermiş bir kısım delikanlılar bir araya gelip bazı hakikatlere sahip çıkmışlardır. Zaten Kur’ân-ı Kerim’de de bunların isim ve adetleri üzerinde herhangi bir açıklama yapılmayıp, daha ziyade onların durumlarının anlatılması, bize o keyfiyetten alınacak hisseyi ders vermek içindir. Kur’ân onları (tercüme ve tefsirlerimiz içinde) mealen şu ifadelerle destanlaştırmaktadır:
‘Onlar bir fütüvvet cemaati, bir gençler topluluğudur ki hakikati omuzlamış ve ne olursa olsun onu yaşama azmindedirler’ dedikten sonra ilave eder: Biz de onların hidayetlerini artırdık ve onların kalblerine râbıta verdik. Birbirlerine sımsıkı bağlandılar ve pervasız hale geldiler. Onlar, küfür, tuğyan ve dalalet karşısında gayet fütursuz idiler. Rahatlıkla ateşe girebilir, çarmıha gülerek gidebilir ve arenalarda aslanların ağzında parçalanırken Cenab-ı Hakk’ın celâlî tecellilerini seyir neşvesiyle tebessümlerle ölüme yürüyebilirler. Öyle ki kolluk kuvvetleri onları yakalamak için takip ederken bile onlar bunları bir koruma görevlisi gibi karşılar ve her zaman rahat hareket ederler. Kalbleri, kenetlenmesi gerektiği şekilde kenetlenmiştir. Başkaldırmışlardır kargaşaya, nizamsızlığa.. bu başkaldırışlarında Hakk’ın rızası ve âlemşümul değerlere saygı nümâyândır. Her zaman, “Sizin ve bizim Rabbimiz, semâvât ve arzın Rabbidir. Biz O’ndan başkasına el açıp yalvarmayız.” (Kehf, 18/13-14) hakikatiyle soluklanırlar.
Aslında işte böyle bir fütüvvet topluluğu, onların içinden çıktıkları milletin bekasının garantisidir. Onun içindir ki Hz. Ömer, “Gençliği olmayan bir millet mahvolmuştur.” buyurur. Bunun mânâsı, içinde fütüvvet topluluğu olmayan bir millet, yıkılmaya ve haritadan silinmeye mahkumdur demektir. Böylesine zinde, canlı, dinamik ve her yönüyle sıhhatli bir gençlik, her yerde kendi değerlerini haykırarak her türlü uğursuz sesi bastıracak, insanların eğri büğrü yollara girip perişan olmasına meydan vermeyecek, bir cihetle murâbıtlık yaparak milletin menfaatine olmayan her meseleye karşı koyacaktır. Evet işte böyle bir gençliği olmayan millet mahv ve perişandır. Meseleye bu zaviyeden yaklaşıldığı zaman görülür ki, Hz. İsa devrinde başlayan fütüvvet hareketi tam 309 sene devam etmiş; yani Hıristiyanlık bu kadar sene gizli ve el altından yayılmış ve bu insanlar, o günün zalim ve cebbarlarına karşı bu dini işte böyle bir gizlilik içinde korumuşlardır.
Devlet gücü zalim ve gaddar insanların eline geçince, Neronlar’a rahmet okutacak zulüm ve işkence inanan insanların mukadder âkıbetleri olmuş ve bu makus talih değişeceği ana kadar da görmedikleri zulüm ve çekmedikleri çile kalmamıştır. İhtimal Uhdud Ashabı’nın zulmü de işte bu döneme rastlar: Hendekler kazılır, hendeklerin içi alev alev ateşle doldurulur ve inanan insanlar diri diri bu hendeklere atılarak cayır cayır yakılır, ama yine de o mü’minlerde dininden dönen olmaz. Hatta bir kadın, elinde çocuğuyla beraber yanıp gidecektir. Bir ara tereddüt geçirir. Herhalde kendisinin yanması umurunda değildir, ama “Bu masum çocuk yüzünden mesul olur muyum?” diye düşünmektedir. İşte o esnada kundaktaki çocuktan ses gelir: “Ana durma at kendini!” Ve kadın hiç düşünmeden ciğerpâresiyle beraber kendini ateşe atıverir...
Fütüvvet cemaati, kadını ve erkeğiyle her türlü mehâliki göğüsleyen yiğitler topluluğudur. Uhdud Ashabı, bunca katliama rağmen yine karşılarında kıyam edip duran bir gençlik buluyorlardı. Onlar çarmıha geriliyor, yakılıyor, fakat asla dinlerinden taviz vermiyorlardı. Demir testerelerle kesiliyor, etleri kemiklerinden ayrılıyor, yine de dinlerinden dönmüyorlardı. Günlerce ve aylarca aç susuz bırakılıyor, çöllerde süründürülüyor, buna rağmen bir adım geri atmıyorlardı. Zaten, asırlar sonra Habbab b. Eret’in dua talebine karşı Allah Resûlü işte bu kahramanları misal göstermemiş miydi? Evet onlar kendilerine düşeni hakkıyla yapmışlardı; saadet asrında da bu vazife Allah Resûlü’nün arkadaşlarına düşmüştü. Ve Allah Resûlü orada son cümlesini şöyle tamamlamıştı: “Allah bu dini tamamlayacaktır, ama siz acele ediyorsunuz.” Acele etmeye hiç gerek yoktu. Çünkü fütüvvet cemaati er geç fonksiyonunu eda edecek ve kendine düşeni yaparak dinin tamamlanması mevzuunda Cenab-ı Hakk’ın lütfuna mazhar olacaktı. Ne var ki, sabır isteyen böyle bir meselede diş sıkıp sabretmek gerekecekti.. evet bu tür konularda acele, daima yıkım getirmiş ve milyonlarca insanın çalışma ve gayretleriyle vücut bulan bir oluşum heba olup gitmiştir.
Çilesiz insanlardan gelen musibet
Sözün burasında bir girizgâh bulup şu hususa intikalim mazur görülsün: Bugüne kadar kendimi daima mü’minlerin en mücrimi görmüşümdür. Bunun bir devamı olarak da İslâm hesabına bir şey yaptığım iddiasında bulunduğumu hatırlamıyorum. Ancak şu da bir gerçek ki, yeryüzünde bütün inanan insanlar doğransa ve sadece ben kalsam, bu durum beni hiç mi hiç ümitsizliğe düşürmez. -Hafizanallah- böyle bir şey olsa ben yine: “Çalışır, tekrar çoğalırız” der, yoluma devam ederim. Ancak inanmış insanların, hayatın bütün sahalarında oldukları devrede dahi işe çilesizlerin müdahale etmesi ve mazisinde hiçbir sıkıntı bulunmayanların işi ellerinde tutmaya çalışmaları.. işte beni ve benim gibi düşünenleri ümitsiz edecek en büyük musibet budur. Zira Saadet asrını dahi bu tür çilesizler karıştırmış ve İslam âlemini kan gölü haline getirmişlerdir.
Evet o aydınlık çağı ifsat edenler, Habbablar, Ammarlar ve Bilaller değildir. Nerede, nevzuhur ve sonradan iltihak etmişler varsa -elbette hepsi değil, sözüm sadece bir kısım çilesizleredir- bu ifsat ve anarşinin başını hep onlar çekmiştir. Bu hususu düşündükçe bazen ümidime gölge düştüğünü ve ellerimi açıp Rabbime şöyle niyaz ettiğimi itiraf etmeliyim: “Rabbim, ard fikirli insanları Sen bertaraf et. İnanan insanları hiçbir zaman inkisara uğratma!” Amin.